Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar, İÜ Rektörlük binası öğretim üyeleri ile bir arada

Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar, İnsanın Doğası ve Savaş konulu sunumunu gerçekleştiriyor

 


I. Dünya Savaşı’nın 100. Yılında Savaş ve Toplum “Eve Dönen Asker” konulu uluslararası kongrenin açılışı, 12 Eylül 2018 tarihinde İstanbul Üniverstesi Rektörlük Binası Doktora Salonu’nda gerçekleştirildi.

Açılış konuşmaları ve plaket takdiminin ardından İÜ Edebiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar “İnsanın Doğası ve Savaş” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi.

Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar, İÜ öğretim üyeleri ile bir arada

Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar'a plaketinin takdim edilmesi

Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar, İÜ Rektörlük binası öğretim üyeleri ile bir arada

Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar, İnsanın Doğası ve Savaş konulu sunumunu gerçekleştiriyor

 


İnsan, başka bütün canlı türleri gibi bir biyolojik organizmadır. Her tür canlı gibi insan da yaşama içgüdüsüyle doğar. Biyolojik bir organizma olmanın gereği olan bu ortak niteliğe rağmen, insan yaşamı ile başka her tür canlının yaşamı arasında muazzam bir fark vardır. Her hayvan türü, genetik olarak belirlenmiş bir yaşam sürer. Hayvanlarda, ne bir türün bireyleri arasında ne de birbirini izleyen kuşaklar arasında yaşam biçimi bakımından belirgin bir farklılık olmaz. İnsanın da bir genetik yapısı olmakla birlikte, o genetik yapı, insan türüne, uygun koşullarda gerçekleşecek apayrı bir potansiyel kazandırmıştır. İnsan türüne özgü bu potansiyel, insan yaşamına, hiçbir hayvan türünde olmayan bir psikolojik ve sosyal imkânlar alanı açmıştır.

Bütün canlı türlerinin birbirinden farklı bir anatomik yapısı ve fizyolojik işleyiş biçimi vardır. Yaşam koşullarına adaptasyon bakımından, anatomik yapı ve fizyolojik işleyiş biçimi ne kadar önemliyse, davranışlar da o kadar önemlidir. Davranışlar, adaptasyonu sağladığına göre, onların rastgele ortaya çıkmadığı apaçık bir gerçektir. Bu nedenle, davranışları, organizmanın ihtiyaçlarına ve dış dünyadan alınan sinyallere göre ayarlayan bir mekanizmanın varlığını kavramlaştırmak bir zorunluluktur. İşte davranışları duruma göre ayarlayan bu kurallı mekanizmayı, “zihin” adını vererek kavramlaştırıyorum. Bu objektif zihin kavramına göre, her canlı türünün, görece basit ya da karmaşık bir zihni vardır.

İnsana en yakın karmaşıklıktaki hayvan türünün zihni ile insan zihni arasında kapatılamaz bir uçurum vardır. Her bir canlı türü, kendi algı dünyasında, çevresinin farkında olmak anlamında, çevresinin bilincindedir. Öyle olmasa, adaptasyonu sağlayacak biçimde çevre koşullarına ve kendi ihtiyaçlarına uygun davranışı üretemezdi.

İnsan zihni ile başka bütün canlı türlerinin zihinleri arasında sözünü ettiğim kapatılamaz uçurum nereden kaynaklanıyor? Bu uçurumun kaynağı,  insan zihnine özgü bir temel yeti olan, zihinde sembollerle temsil etme ve sembollerle düşünme işlemleri yapma temel yetisidir. İnsan zihnine özgü bu temel yeti, yine insan zihnine özgü ve hepsi birbiriyle ilişkili başka birtakım yetileri doğurur.

Birinci olarak, insan, yalnız çevresinin bilincinde olmanın ötesinde, çevresinin bilincinde olduğunun da bilincindedir. Bilincinde olduğunun bilincinde olarak algılama ve eylem yapma yetisi, insanı kendi içgüdülerinin ve çevre uyaranlarının güdümünde olmaktan kurtarır.

Sembollerle temsil etme ve sembollerle düşünme temel yetisinin doğurduğu ikinci bir yeti, dil yetisidir. Dil yetisi, sadece zihinde temsil etmeye ve başkalarıyla iletişim kurmaya değil, aynı zamanda insanın kendi düşüncelerini düzenlemesine imkân verir. İnsan böylece, bir etki-tepki çemberinin içine hapsolmaktan kurtulur. Kendi düşüncelerini, tıpkı dışarıdaki bir cismi inceliyormuş gibi inceleyebilir. Bu suretle, düşüncelerini eleştirel bir gözle düzeltebilir, ya da başka bir düşünce geliştirme yoluna girebilir. Semboller arasında kurduğu ilişkiler ve yürüttüğü muhakeme işlemleriyle hükümler verir ve bu hükümler, insanın yapacağı eylemlere kılavuzluk eder.

Sembol kullanma temel yetisine bağlı üçüncü bir yeti olan iradî eylem yapma yetisi işte böyle doğar.

Dördüncü bir yeti, içebakış yetisi, insana, kendi duygularını, deneyimlerini saptama ve sorgulama imkânı verir. İçebakış yaparak kendi duygularını, deneyimlerini sorgulayabilme, vicdan dediğimiz bir iç duyunun kaynağıdır. Bu nedenle içebakış yetisi, insanı ahlâk sorumluluğu olan bir özne yapar.

İnsan, somut algıların değişkenliğinden, onların bir ortak niteliğini soyutlayarak başka bakımlardan değişik nitelikteki somut algıları tek bir kategori içinde birleştirebilir. Bu yeti,  sembollerle temsil etme ve düşünce işlemleri yapma temel yetisine bağlı beşinci bir yeti olan kavramlaştırma yetisidir. Doğada renk, boy, koku, biçim gibi algılanabilir hiçbir özelliği olmadan var olan bir çiçek yoktur. “Çiçek,” bir kavram olarak sadece insan zihninde vardır. Az önce sözünü ettiğim vicdan ve ahlak sorumluluğu ile ilgili olarak, iyilik ve kötülük kavramları yalnızca insan zihninde vardır. İnsanların yaptığı farklı durumlardaki değişik somut eylemler, sadece zihinde var olan “iyilik” ve kötülük” kavramlarına bağlı bir değerlendirme ile iki ayrı kategori içinde toplanıyor.

Gerçek olsun ya da olmasın, varsayılan bir önermenin zorunlu sonuçlarını çıkarabilme anlamında varsayımsal düşünme yetisi, sembollerle düşünme temel yetisine bağlı altıncı bir yetidir. Varsayımsal düşünme, insan yaşamında yeni imkânlar yaratır. Sanat, bilim gibi insan yaşamının verimli etkinlikleri, varsayımsal düşünme olmaksızın doğamazdı. 

İnsana özgü olan sembollerle zihinde temsil etme ve sembollerle düşünce işlemleri yapma temel yetisi ve o temel yetiden kaynaklanan diğer yetiler, insan yaşamında, antropologların, sosyologların ve tarihçilerin kültür ve medeniyet dediği yaşam biçimlerini doğurmuştur. Kültür ve medeniyet, insanın kendi doğasında hazır bulduğu oluşumlar değildir; sözü edilen yetilerin sağladığı imkânlar alanı içinde insanın kendi tercihleriyle oluşur.

Kültür ve medeniyet, insanın biyolojik yapısının ve genetik potansiyelinin sağladığı bir imkânlar alanı içinde insanın kendi tercihleriyle oluştuğu için, tarihsel bir gerçek olarak çok çeşitli biçimlerde oluşabilmiştir. Böyle olduğu içindir ki, doğa tarihinden ayrı olarak, insan toplumlarının her birinin, tarihçilerin ve sosyologların incelediği anlamda farklı tarihsel gelişimleri vardır.

İnsan, kültür ve medeniyet meydana getiren tek canlı türü olmakla birlikte, bir biyolojik organizma olmanın gereği olarak insan yaşamının temelinde iki temel içgüdü vardır. Bunlardan biri cinsel içgüdü, diğeri saldırganlık içgüdüsüdür. Birincisi, üremenin, ikincisi, bireyin kendini savunabilmesinin ve yaşamda kalmasının itici gücüdür. Sonuçta iki temel içgüdü de biyolojik olarak insan türünün devamını sağlar.

Bir aslan bir geyiği yakalayıp parçaladığı ve yediği zaman aslanı zalimlik yapıyor gibi görmüyoruz. Aslan, geyiği görünce başka türlü davranamayacağı biçimde kendi doğasına göre hareket ediyor. Ama insanın, karar verme ve yapacağı eylemi seçme, yapacağı eylemin doğuracağı sonuçları önceden hesaplayabilme yetisi vardır. İyilik ve kötülük kavramlarını, toplum içinde büyürken içselleştirdiği değerlere göre oluşturabilen ve eylemlerinin sonuçlarını hesaplayarak yapacağı eylemi bu değerlere göre sorgulayabilen bir varlık olarak insanın yaşamında, bir ahlâk problemi vardır. Felsefî açıdan bakan Sartre bu gerçeği, “özgürlük, sorumluluktur” diyerek ifade ediyor. Burada bir parantez açarak eklemek istiyorum. Hayvanlar, açıkladığım anlamda özgür olmadıkları ve eylemlerini alternatifler arasından seçerek kararlaştıramadığı için Sartre’ın,  hayvanların hayatında trajedi ve komedi olmadığına ilişkin fikri, bilimsel bakımdan doğrudur. Çünkü Sartre’a göre trajedi, insanın kendi eliyle kendi acı sonunu hazırlamasıdır. Kendi iradesi dışında başına gelen bir facia değildir. Aynı nedenle, hayvanların bazı durumlarda içine düştükleri hallere biz gülsek bile onların yaşamında komedi yoktur.

Önemle üzerinde durduğum sembollerle temsil etme ve sembollerle düşünce işlemleri yapma temel yetisi, bu içgüdüleri, iradî olarak kontrol altına alma kabiliyetini de doğurur. İnsanda, içgüdüleri kontrol altına alma kabiliyeti olmasaydı, toplumsal yaşam olamazdı. İnsanlar, içgüdüleri kontrol altına alarak, üzerinde uzlaştıkları ve uydukları kurallara göre bir arada yaşamayı gerçekleştirebildikleri için toplumsal yaşam mümkün olmuş ve insan türü devam edebilmiştir. Toplumsal yaşamı mümkün kılan değerler, çok değişik kalitelerde olabilir.

M.Ö. 1300 yıllarında Mezopotamya’yı içine alan bir imparatorluk kuran Asurların en belirgin özelliği zulüm yapmaya ve korku salmaya olan düşkünlükleri idi. M.Ö. 689 yılında Babil isyanını bastıran Sennaşerib şöyle öğünür: “Babil’i bir sel felâketinin meydana getireceği yıkımdan daha feci biçimde yerle bir ettim.” Sennaşerib’in torunu Asurbanipal M. Ö. 648 yılında Babil’i kuşattı ve şehri teslim olma zorunda bıraktı. Başarısını şöyle ilân ediyordu: “Bana karşı hareket düzenleyen birçok adamın dilini koparttım ve sonra onları öldürttüm. Diğerlerinin başını kendi yerel tanrılarının heykelleriyle ezdirttim. Sonra onların cesetlerini parça parça doğratıp köpeklere, domuzlara, akbabalara ve gökteki bütün kuşlara yem yaptım. Bu işleri başararak büyük tanrıların kalplerini şenlendirdim.” Görünüşe göre Asurlarda din, zulüm ve kan dökücülüğü yumuşatmak için bir şey yapmıyor. Millî tanrı Asur, düşmanlarına karşı savaşçıydı ve acımasızdı. Bu tanrının, kendi tapınağı önünde esirlerin idam edilmesinden tanrısal bir haz duyduğuna inanılırdı. Asur dininin esas işlevi, yetişmekte olan vatandaşı vatanseverce bir uysallığa hazırlamak ve ona, büyü ve kurban ile tanrıların teveccühünü kazanma sanatını öğretmekti. Böyle bir atmosferde gelişen biricik bilim, savaş sanatı idi. Tıp, yerle bir ettikleri Babil’in tıbbından ibaretti, astronomi Babil astrolojisinden başka bir şey değildi. Öyle anlaşılıyor ki Asurlar, tanrıyı kendi eğilimlerine göre tasarımlıyor ve sonra da ona tabi olarak zulüm ve kan dökücülüğü meşrulaştırmış oluyorlardı.

Avrupa’da asillerin, rahiplerin ve toprak sahibi feodal beylerin yanı sıra burjuva sınıfının ekonomik güç ve ekonomik güce dayanarak siyasi güç kazanması, liberal iktisat görüşünü ön plana çıkardı. Girişimciler, yeğledikleri liberal iktisat görüşüne en büyük desteği, Darwin’in biyolojik evrim teorisinden sağlamaya çalıştı. Onlara göre, doğada “kısıtlı kaynaklar için yaşam mücadelesi”, “doğal seçim yoluyla ayıklanma” ve “doğa koşullarına en uygun olanın yaşamda kalması ve neslini devam ettirmesi” prensipleri geçerliyse, sosyal yaşamda ve iktisatta da aynı prensipler geçerli olmalıydı. Sosyal Darwincilik denilen bu görüşe göre, doğadaki yaşam kanunu buysa, sosyal ve iktisadi yaşamda da dışarıdan müdahale olmamalı ve işleri kendi doğal akışına bırakarak yaşamaya hak kazananların üste çıkmasına izin vermeliydi.

Sosyal Darwinciliğin yanılgısı, genetik kurulmuşluk dışında bir seçme imkânı olmayan biyolojik organizmalar için geçerli sayılan teoriyi, konuşmamın başında zihinsel niteliklerini saydığım insana ve insan toplumlarına uygulamaya kalkmasıydı. İnsandan başka canlı türleri, biyolojik ihtiyaçlarının ve dış sinyallerin yönlendirmesiyle başka türlerle yaşam mücadelesine girer ve kaçınılmaz olarak kendi doğasının gerektirdiğini yapar. Oysa insan, sembolik zihinsel düzlemde oluşturduğu değerlere göre yaşamını düzenler ve eylemlerini bir imkânlar alanı içinde kendi tercihleriyle yapar.

Bireyler arası kurallı ilişkiler gösteren ve topluluk halinde yaşayan hayvan türleri vardır. Fakat hayvan türlerinin sosyal yaşamı da bir biyolojik kurulmuşluk çerçevesinde gerçekleşir. Bu nedenle hayvan sosyolojisi zoolojinin bir dalı olduğu halde insan sosyolojisi, insan biyolojisinin bir dalı değildir, kendi başına bir bilimdir. İnsan sosyolojisi, somut eylemlerden, insan ilişkilerini düzenleyen kuralları soyutlamaya çalışır. Tarih, toplumsal hayat yaşayan insan bireylerinin kendi eylemlerini, bir daha aynen tekrarlanamaz koşullarda kendi özgür iradeleriyle bir tercihler alanında seçerek yapmasından doğar. Sosyoloji ve tarihin bu bağlantı noktasından bakılınca, tarih incelemelerinin, kültür ve medeniyet kavramları bağlamı dışında yapılması imkânsız görünür.

Bireylerin, sembolik tasarımlar yaparak kendi seçimi ve kararlaştırması ile yaptığı eylemlerle kültür ve medeniyet oluşur. Genel tarih anlatımları, tarihin topluca anlamına ilişkin yanlış bir fikir verecek kadar siyasi ve askerî olayları ön plana çıkarır. Bununla birlikte, inanç, düşünce, sanat, hukuk, iktisat, bilim ve teknoloji, fikir sistemleri gibi insan yaşamını etkileyen alanların incelenmesi, insanın niteliğini, toplumların tarihsel boyuttaki değişimlerini anlamak için vazgeçilmezdir. Deneysel bilimler olarak fizyoloji ve psikolojinin ortaya koyduğu biyolojik yapı, insan yaşamını taşıyan doğal sistemdir. Fakat insanın niteliğini asıl açığa vuran ve insanı tanıtan, insanın, çeşitli çağlarda, çeşitli yerlerde ve koşullarda, biyolojik yapının imkânlarıyla yapmayı seçtiği eylemlerle ortaya çıkan medeniyetler ve kültürlerdir.

Tarih malzemelerini ve insanların yaşayış biçimlerini sistematik ve objektif biçimde inceleyen ve hükümlerini, bilimsel düşünme teknikleriyle sınamaya çalışan tarih bilimi uzmanları ve karşılaştırmalı kültür antropolojisi uzmanları, insanın laboratuvar deneyine yansıtılması imkânsız niteliklerini açıklığa kavuşturulabilir.

Toplum yaşamının huzur ve istikrar içinde sürebilmesi için, en azından temel ilişkilerde, bireyler arasında ortak bir değerlendirmenin var olması gerekir. İşte tarihin bize tanıttığı gelmiş geçmiş bütün toplumlar, toplum üyelerini birleştiren bir ortak inançtan kaynaklanan bir değerler sistemine bağlı olarak yaşamıştır. Değerler sistemi, bir toplumdaki bireylere neyi yapmanın uygun, neyi yapmanın uygunsuz olduğunu gösterir. Değerler sistemi, bir toplumun ahlâkıdır. İnanç ve ahlâkı, içeriğinden bağımsız soyut ve işlevsel kavramlar olarak kullanıyorum. Niteliği ve kaynağı ne olursa olsun, toplum üyelerinin ortaklaşa bağlandığı bir inanç, toplumun temeli olur. Toplumun temeli olan inanca bağlı olarak oluşan ve toplum üyelerinin ilişkilerini düzenleyen kurallar, toplumun ahlâkıdır.

On yedinci yüzyılda belirginleşen bilimsel düşünme biçimi ve bilimin günümüze uzanan gelişmeleri ve uygulamaları çerçevesinde ortaya çıkan teknolojiler, insan yaşamını, insanlar arasındaki ve toplumlar arası ilişkileri kökten etkiledi. Teknolojik gelişmeler, doğayı, insan yaşamını etkileyen değişikliklere uğrattı.

Modern bilim konfor ve bolluk getirdi; birçok korkunç hastalıkları tedavi tekniklerini doğurdu. Fakat öte yandan açlığı, yoksulluğu, çocuk ölümlerini önleyemedi. Savaşlar, sömürüler, zulümler, teknolojik imkânlarla feci boyutlar kazandı. Dünyanın her tarafında işlerin rasyonalize edilerek düzen içinde yürütülmesinin yanı sıra toplumsal kargaşalar da sürüyor. Korkular, endişeler, düşmanlıklar, nefretler, sıkıntılar, bunalımlar insanların ruhunu istila etti.

İnsanlar geleceğe umutla bakamıyor. Saydığım olumsuzlukları önlemek bizatihi bilimin görevi elbette değildir. Öyle ise, bilimin ilerlemesini insanlığın ilerlemesi olarak değerlendirmenin yanlışlığını görmek gerekir. Bilimin ilerlemesine rağmen az önce saydığım olumsuzluklar bitmiyor, bilakis karmaşıklaşarak ve müzminleşerek artıyorsa, asıl ihtiyacımız olan başka bir şeyden yoksunuz demektir.

Bilimin bugünkü metodolojisiyle ilerlemesi Batı medeniyeti kültürlerinde gerçekleştiği için bazı bilim insanları, filozoflar, tarihçiler ve siyasetçiler, Batı medeniyetinin esasının bilim olduğu yanılgısına düşüyor.

Bilim, gözlenebilir dünyanın olgularını anlamak için alternatifi olmayan bir bilgi türüdür. Böyle olmakla birlikte bilim, bir olasılık derecesiyle doğru kabul edilen, yeni deneysel bulgularla ve sınamaya sunulan teorilerle sürekli kendini düzelten, varsayımsal bir bilgi türüdür. Bilim bu nitelikte bir bilgi türü ise, nasıl olur da Batı toplumlarının sosyal yapısı ve düzeni, olasılıklı ve varsayımsal konumda olan ve sürekli değişen bilime dayanır? Bir toplumun pek az sayıdaki bireyinin uzmanca uğraştığı, nüfusun büyük çoğunluğunun anlamadığı soyut bilgiler, toplumsal ilişkiler yapısının temeli olabilir mi?

Bilimin göz kamaştıran teknolojik uzantıları herkes tarafından algılanabilir diye düşünülebilir. Fakat teknolojik ilerleme, taş devrinden beri görülen bir olgudur. Eski Hint medeniyetinin, Eski Çin medeniyetinin, Eski Mezopotamya medeniyetlerinin, Eski Mısır medeniyetinin, Eski Yunan ve Roma medeniyetlerinin her birinin kendine özgü ayrı bir teknolojik düzeye dayandığını hiçbir tarihçi iddia etmemiştir. Bu medeniyetlerin hepsi ayrı bir inanç ve ahlâk nizamına, farklı bir dünya görüşüne dayanmıştır.

Eğer medeniyetin bir inanç ve ahlâk nizamı olarak teorik düzeyde kavramlaştırılması bilimsel bir değer taşıyacaksa, Batı medeniyetinin de, bilim ve teknolojiye değil, kendine özgü bir inanç ve ahlâk nizamına dayandığı gösterilmelidir.

Yaşam, her zaman ve her yerde karmaşık ve kestirilemez görünür; doğa anlaşılmaz gelir; ölümden sonrası bilinemez. Bu belirsizliklerin ortasında insan yoluna devam etmek zorundadır. Fakat ruhsal yapısı gereği, insan uzun süre belirsizliklere dayanamaz. Belirsizlik içinde eylemler tereddütlü ve tutarsız olur. Tutarsızlık uzarsa ruhsal rahatsızlık meydana gelir. Üstelik, tutarsız eylemlerle toplumsal ilişkiler sürdürülemez. Toplum yaşamı, düzen ve istikrarı sağlayan kurallara dayanmak zorundadır.

Her toplumda kuralların kaynağı, belirsizlikleri gideren bir inançtır. Medeniyet kurucu bir inancın işlevi, biyolojik ihtiyaçları tatmin çabalarını, akıl dışı bir nedensellikle desteklemek değildir. Antroplogların “ilkel” dediği kültürler, büyü tarzında, değişime kapalı bir inançla toplumsal istikrarı sağlar. Medeniyet kurucu aklî inanç, inancın doğruluğu ya da yanlışlığı söz konusu olmaksızın, muhakemeyle sonuçları çıkarılabilen bağımsız bir tasarım olduğu için, kültürü ilerleten, zenginleştiren, genişleten, derinleştiren bir kaynaktır. “Medeniyet,” insan zihninin bilinçli ve rasyonel konumda geliştirdiği bir inançla, biyolojik ihtiyaçları karşılama ve doğaya reaksiyon yapma düzeyinin üstüne çıkmasıdır. Bir medeniyet çerçevesinde ne gibi eserlerin meydana getirildiği, o eserlerin tarzı ve üslûbu, muhakkak ki toplumun yaşadığı coğrafyadan, elinde bulunan iktisadî imkânlardan, toplumun tarihinden gelen özelliklerden etkilenir. Fakat medeniyetin her koşulda uyguladığı ölçü, kültür eserlerinin, toplumun bağlandığı medeniyetin inanç ve ahlâk nizamının vazgeçilmez esaslarıyla bağdaşmasıdır.

Medeniyet, kültür eserlerinin ve toplumun yaşayış biçiminin oluştuğu ortamı hazırlayan, o eserleri tasarımlamak ve davranış biçimlerini oluşturmak için gerekli ruhsal yönelişi ve enerjiyi sağlayan kaynaktır. Burada esasları kısaca verilen medeniyet teorisi, kültür ve medeniyeti hem kavramsal olarak ayırt eder hem de ikisi arasındaki bağı gösterir.

Batı medeniyeti, Roma medeniyeti kültüründeki zulme ve çöküş devrindeki ahlâk düşkünlüğüne bir ilaç olarak gelen Hıristiyanlık inancından kaynaklandı. Hiyerarşik bir teşkilat haline gelen Kilise’nin bin yıllık tahakkümüne tepki olarak ortaya çıkan Rönesans düşüncesi, hümanist yönelişi doğurdu. Hümanizm, vahye dayalı dini reddederek insan aklının tek bilgi kaynağı olduğunu ileri sürdü. Allah’ın emir ve yasaklarını tanımayarak insanın kendi iradesini tek yetki kaynağı kabul etti. Zamanla Kilise’nin hiyerarşik teşkilatının tahakkümüne karşı içerden de bir direniş baş gösterdi. Protestan mezheplerinin kuruluşuna yol açan Reform hareketleri, önceleri hümanist düşünceden destek aldıysa da, vahyi ve Allahın iradesini kabul etmeyen eğilimin hümanist yöneliş içinde ağır bastığı iyice anlaşılınca, Protestanlık ile hümanizmin yolları ayrıldı.

Hümanizm, bir sosyal ve fikrî akım olarak etkili oldu. Hümanizmin doğal uzantısı olan bireycilik inancı ruhları sardı. İnsan aklının tek otorite olduğuna ve her bireyin kendisi için neyin iyi olduğuna en iyi kendisinin karar vereceğine inanma, bireyin özgürlüğünü en yüce değer mertebesine yükseltti. Roma medeniyeti, Ortaçağ Avrupasını, devlet yönetimi ve hukuk bakımlarından etkilerken ona birtakım tutumlar da aşıladı. Bugünkü Batı medeniyetinin ruhuna sinmiş olan eşitsizlik ve ayrımcılık tutumunun ve şiddet eğiliminin kökü Roma’dan gelir. Rönesans’ta Eski Yunan ve Roma medeniyetinin eserleriyle temasa gelme, dikkatleri ahiret hayatından bu dünyadaki hayata çevirirken,  güce tapmayı ve başarma tutkusunu bir inanç haline getirdi. İnsan aklını ve iradesini, hayatı düzenleyen tek kaynak olarak gören hümanizm ve onun uzantısı olan bireycilik inancı, başarma tutkusu ve güce tapma ile bütünleşti.

Birkaç yüzyıl süren sosyal, dinsel, fikrî ve siyasi mücadeleler sonucunda, bin yıldan fazla ruhlara hükmetmiş olan Hıristiyanlık, bir vicdan meselesi olarak görüldü ve sosyal hayatta geri plana çekildi. Her ne kadar Hıristiyanlık, geniş halk kitlelerinin ruhunda duygusal bakımdan önemli bir yer işgal etmeye devam etse de, insan aklının ve bireysel özgürlüğün kutsallığına inanma, başarma tutkusu ve güce tapma, sosyal hayatı yoğuran başlıca etki kaynakları oldu. İşte Batı medeniyetinin zembereği olan inanç ve ahlâk nizamı, uzun bir tarihsel mücadele süreci içinde bir alaşım halinde böyle oluştu.

Başkalarına zarar vermemek koşuluyla, istediği gibi davranma ve düşünme özgürlüğü, başka medeniyetlere bağlı kültürlerde sapıklık ve ahlaksızlık sayılacak bir sürü davranışların ve düşüncelerin hoşgörü ile karşılanmasına yol açtı.

Öte yandan, Batı medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamı, bilim ve teknolojinin çok önemli kültür öğeleri olarak değerli görülmesine de yol açtı. Çünkü bilme ve yapabilme, başarı ve güç demekti; güç ve başarı, tapınılacak derecede kutsallaştırılmış bir inanç öğesi idi.

Bilim ve teknolojinin yol açtığı iletişim ve değişim, bireysel özgürlüklerin ifade imkânı bulması için müsait bir ortam yarattı. Günümüzde Batı medeniyeti kültürlerinde, insan aklını ve bireyin iradesini yüceltme ile başarı tutkusu ve güce tapma diye belirlediğim iki inanç öğesinin verdiği ruh enerjisi, bilime değer verilmesini ve bilimin teknolojik imkânlarının araştırılmasını teşvik ediyor.

Pragmatik planda bilim elbette değerini koruyor; fakat artık insan ruhuna güven ve ümit verme ilüzyonunu yitirdi. Akıl ve bilim ışığında insanlığın sürekli ilerleyeceğine ve insanlığın bütün meselelerinin çözüme kavuşacağına inanmış olan modern yöneliş sarsıntıya uğradı. Bilimsel araştırmaların, siyasi ve askerî güçler ile dev şirketlerin hizmetine girebilmesi, bilimin hakikati arama idealini bulandırdı. Bilimsel teknolojilerin önceden kestirilemeyen sonuçlarının ekolojik dengeyi bozması, hayal kırıklığını artırdı. Kâr ve siyasi güç hırsının, dengeyi düzeltecek önlemleri tam anlamıyla almayı önlemesi, hayal kırıklığını karamsarlığa dönüştürdü.

Egzistansiyalizm ve nihilizm, insanın kendini yabancı ve yalnız hissettiği bir dünyada, ruhundaki parçalanmayı ve boşluğu ifade ihtiyacından doğdu. İnsanın elinde, hayata anlam verecek hiçbir şey kalmamıştı. İnsan soğuk, apatik ve anlaşılmaz bir dünyada anlamsız bir hayatın ortasındaydı. Artık sadece özgür değil, özgürlüğe mahkûmdu.

Bugün vicdan rahatsızlığı doğuran olumsuzlukların, kitlesel perişanlıkların sürüp gitmesinin başlıca nedeni, evrensel ahlâk anlayışından yoksunluktur. İnsanın bir aileye mensup olması bir millete mensup olmasına engel olmadığı gibi, bir millete mensup olması da insanlığı içinde duymasına engel değildir. Bununla birlikte, insanın yapısında var olan biyolojik bencillik, akıl ve vicdan kontrolünden çıktığı zaman, apaçık bir ayrımcılığa ve kan dökücülüğe dönüşebilmektedir.

Siyasi gücü elinde bulunduranlar, kibir, gurur, fanatizm, ekonomik çıkarcılık, mevkilerini koruma gibi saiklerle savaş çıkarıyor. Düşman ilân ettikleri ülkelerin yerleşim yerlerine, hastane, ibadethane demeden bomba yağdırıyor; ana karnındaki ve kundaktaki bebeği, sokakta oynayan çocuğu, hasta, yaşlı insanları öldürüyor. Yeri gelince de vurdumduymaz bir ikiyüzlülükle insan haklarından, hayvan haklarından söz ediyor.

Bugün dünyada huzur olduğunu hiç kimse söyleyemez. İnsanlığın bir kısmının problemleri başka bir kısmının sırtından çözülemez. Bir tarafta açgözlü ve zalim, diğer tarafta zulüm gören çaresiz insanlar varsa huzur her iki tarafta da yoktur.  Huzur ancak paylaşılırsa vardır.

Evrensel ahlâkın insanların ruhuna yerleşeceği günü özlüyorum. O gün geldiğinde, insanlar, günümüzden, tıpkı bizim Asur kralları Sennaşerib ve Asurbanipal’den söz ettiğimiz gibi söz edecekler. Şöyle diyecekler: “O devirde güçlü olanlar, silahlarının üstünlüğü, yani öldürme gücü ile övünürler, bencil çıkarları için, biçare insanların başına bomba yağdırırlar, bebekleri ve çocukları bile katlederler, sonra da bu eylemlerini büyük kahramanlıklar diye ilân ederek kutlarlardı.”

 

Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar